Son günlerde yine sıkça yazılıp çizilmeye başlandı.
Kimisi Ülkücülüğünü anlatıyor, bir diğeri kendisinin Ülkücü olduğu ile yetinmiyor! O kadar ileri gidiyor ki, başkalarının Ülkücülüğünü tasdik ediyor veya reddediyor.
Sanırsınız Ülkücülük onay makamı olmuş!
"Bu çok iyi Ülkücü", "Bu az Ülkücü", "Bu Ülkücü değil."
Gün geçiyor, "Ülkücü değil" dediğine işlerine geldiği zaman "Ülkücü hem de çok iyi Ülkücü" diyorlar.
Öyle ki, son zamanlarda yazılıp çizilene bakarsan Ülkücüler birbirinden kopmuş, birbirine darılmış, hatta birbirlerine düşman olmuşlar.
Kime göre... Neye göre?
Bunlar çok konuşulup yazılıp çizilmeye başlanınca bize de tekrar Ülkücülüğe bakmak, kaynağına dönmek düştü.
İlk önce kendi çocukluk yıllarıma baktım. Ülkücülüğü nasıl öğrenmiştim, bu harekete nasıl katılmıştım; o günleri düşündüm.
Ortaokulda okuyorum, ikinci sınıfta okulumuza bir öğretmen geldi. Öğretmen daha önce ilçede görev yapan kendisi Sivaslı... Halâ hiç unutamadığım, çok saygı duyduğum Atilla Özer Hocamdı.
Atilla Hocam, köyümüzde teşkilatın kuruluşunda da çok yardımcı olmuş, müthiş bilgili, kültürlü entelektüel birisiydi.
Bir tarafta Kur'an okuyor, diğer taraftan kanun çalıyor. Halbuki kendisinin branşı Matematik.
Giyim kuşamına çok dikkat eder, çok güzel konuşurdu.
Hâl ve hareketleri, duruşu ve tavrı tam bir eğitimci.
Zaten köyümüzün gençlerinin büyük çoğunluğu ülkücü hareketin içerisinde, büyüklerimiz MHP ve diğer sağ partilerde.
İşte böyle bir zaman diliminde tanımıştım Atilla Hocamı ve gerçek anlamda Ülkücülüğü.
Köyümüzü ve köylülerimizi zaten tanıdığı için bizleri de kısa zamanda tanımış bir ağabey, bir amca, hatta bir baba gibi davranıyordu. Kısa zamanda da arkadaşımız ve dostumuz olmuştu sanki.
Bize Ülkücülüğü anlatmaya başladığı zaman kendinden geçer, sanki başka bir dünyadan seslenirdi.
Hoca Ahmet Yesevi'den başlar; Hacı Bektaşı Veli'den Hacı Bayramı Veli'ye bütün Horasan erenlerini anlatır; ülkücülüğü buna göre tarif ederdi.
Ahi Evran'dan bahseder; "İşte bunların hayatları ve yaşadıkları Ülkücülük. Rabbim, rahmet eylesin, kendileri de Ülkücü" derdi.
Başbuğum'dan başlar, Dokuz Işıktan bahseder; ışık ışık, madde madde Ülkücülüğü anlatırdı.
Hepimizin bildiği o kutlu çağrıyı anlatıyordu bizlere:
"Türklük şuur ve gururuna, İslam ahlâk ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum!"
Rahmetli Dündar Taşer'in Ülkücü ve Ülkücülük anlayışını yaşayarak anlatıyordu...
Rahmetli Taşer; memleketin yarınlarını teşkil edecek olan genç bozkurtların yetişmesi için üç temel esasın öğretilmesini zorunlu görmüştu:
*"İslam ahlak ve fazileti”,
*“Türklük ve tarih şuuru”,
*“İla'y-ı Kelimetullah için Nizam-ı Alem Davası.”
Tane tane aktarıyordu Atilla Hocam...
Yine rahmetli Türk İslam Ülkücüsü Seyyid Ahmet Arvasi'den anlatıyordu heyecanla:
"Kendini Allah ve Resulü'nün davasına adamış, sırf Allah rızası için canını, malını ve mevkiini, dini, devleti ve milleti için fedaya hazır; şanlı, mukaddes, ay yıldızlı bayrağın gölgesinde döğüşen, nefsini düşünmeyen ve ülküsüne fani olmuş yiğitlerdir.
Onlar büyük ve şanlı tarihimizin doğurduğu, Allah ve Resulü'nün hizmetine sunulmuş ve küfrün bütün oyunlarını bozan, cesaretini kıran, yolunu kesen kadrolardır.
Bunlar Mümin'lere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve zorlu, Allah yolunda savaşanları kınayanların kınamasına aldırmayan yiğitlerdir.
Bu nesil Allah’ın İslam alemine ihsanıdır.’’
Böyle öğrenmiştik Ülkücüyü, Ülkücülüğü...
Öyle bir hale gelmiştim ki çevremde Ülkücü arıyordum!
Bakıyorum kendi kendime; köyümde Ülkücü yoktu! Dedim herhalde ilçemizde vardır!
Daha sonra bir vesileyle gittiğim ilçemizde Ülkü Ocaklarında, Ülkü-Bir'de; hem de hocamla birlikte yaptığımız ziyaretlerde gördüklerimi hatırlıyorum.
Teşkilatlardaki herkes çok iyi, çok düzenli ama öğrendiğim Ülkücülüğün ölçülerine uymuyordu! yani ilçede de bulamamıştım Ülkücüyü.
Bu arayışım uzun zaman devam etti. Okul dönemimde de okullarda ve ocaklarda aradığımı bulamıyordum!
Hep bir yukarıda hep ileride diye düşünüyordum. Zaman böyle geçip gidiyor bizim okul bitiyor şehir değişiyor ama arayış değişmiyordu.
Yıllar geçiyor; iş hayatım, ev hayatım ve teşkilat işleri devam ediyordu.
Geldik; doksanlı yıllara, o meşhur "Türkeş’siz MHP, MHP’siz Meclis" senaryosunun acımasızca sahnelendiği döneme.
Bizim Ocak Dergisinin temsilcisiyim; yani Ocak Başkanı... Onca sıkıntılı süreçten geçmişiz, olaylı kongrelerden sonra 1991 seçimleri bitmiş; Mecliste gurup kuracağız derken bir anda partimizden milletvekilleri, teşkilatlar istifa etmiş, ettirilmiş; illerin, ilçelerin kapıları kilitlenmişti... Kendi kendilerine "İşte MÇP’yi bitirdik kapılarına kilit vurduk" diyerek avuçlarını ovuşturuyorlardı.
Rahmetli Başbuğum, partide kalan milletvekilleri, il, ilçe başkanları ve Bizim Ocak başkanları ile genel merkez yöneticilerini Ankara'ya çağırarak bir toplantı yaptı. Toplantıda basın açıklamasından ardından basını dışarıya davet etti Başbuğum...
Artık bundan sonrası teşkilat konuları konuşulacak diye kapıları kapattırdı.
Salonda 200 kişi civarında bir kalabalık kalmıştı.
Söze başladı Başbuğum;
"Arkadaşlar şimdi burada kimin aklında hangi soru varsa o sorulacak, biz de cevaplayacağız. Kızmak, darılmak yok. Herkes eteğindeki taşı döksün aklına geleni sorsun ki, konuşalım, Bugün bu konu burada kapansın, tekrar tekrar konuşmayalım.’’
Katılan arkadaşlardan bir çok soru geldi. Bu soru da sorulur mu diye bizim bile kızdığımız sorular soruldu.
Rahmetli Başbuğum, hiç kızmıyor gayet sakin bir şekilde sorulan her soruya cevap veriyordu.
Bu arada benim yıllarca cevabını aradığım soru bir arkadaş tarafından soruldu:
"Efendim, bu ayrılanlar diyorlar ki Türkeş ve beraberindekiler davadan ayrıldılar. Biz Ülkücü'yüz. Davamızdan taviz vermediğimiz için ayrıldık. Bu mealde açıklamalar yapıyorlar, ne dersiniz?
Bilenler hatırlayacaktır, Rahmetli Başbuğum o meşhur olduğu kadar güzel mi güzel gülümsemesi ile şöyle bir baktı ve dedi ki:
"Evladım; bu hareketin kurucu lideri olarak ben hala Ülkücü olmaya gayret ediyorum. Onlar Ülkücü olmuşlarsa bundan mutluluk duyarım.’’
Bu cümleyi duyduğumda benim için zaman durmuş her şey askıda! Kulağıma uğultular geliyor belkide çok önemli sorular soruluyor, çok güzel cevaplar veriliyordu ama benim için hayat durmuştu.
Sadece "Ben hala Ülkücü olmaya Ülkücülüğü yaşamaya gayret ediyorum" sözleri kulaklarımda idi ve beynim de zonkluyordu.
Öyle ha!
Başbuğum hala Ülkücü olmaya gayret ediyordu!
O hala Ülkücü olamamıştı...
İşte aradığım cevap!
Demek ki, insan yaşarken Ülkücü olamıyor ancak Ülkücü olmaya gayret ediyor; Ülkücülüğü yaşamaya çalışıyormuş.
Onun için Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaşi Veli, Hacı Bayramı Veli, Horasan Erenleri ve şimdi Rahmeti Rahmana ulaşmış olan başta Başbuğum olmak üzere Ülkücü Harekete hizmet etmiş, emek vermiş, bu yolda ömür tüketmiş, şehit olmuş inancından zerre taviz vermeden ahirete uçmuş tüm dava arkadaşlarım ülkücüymüş.
Şaşırmayın! Elbette insanın olduğu yerde hata olacak eksiklik olacak.
Bu hatayı başkalarında arayacağımıza önce kendimize baksaydık değil mi?
Acaba ben olmam gereken yerde olsaydım bu hatayı düzeltebilir miydim, eksiği tamamlayabilir miydim diye düşünmemiz gerekmez miydi?
Hani dava adamıyız ya, büyük laflar ediyoruz ya aleme nizam vermek gibi.
Önce kendimize, bulunduğumuz yere mi nizam verseydik.
Şimdi haykırıyorum!
Hanımefendiler, beyefendiler, hiç kimse kendisini Ülkücü ilan etmesin. Hele hele kendisini Ülkücülüğün onay makamı gibi gösterme gafletine hiç düşmesin.
Bir ara Ocakta veya partide görev almış olmak, Bozkurt işareti yapmak veya seçimlerde oy vermiş olmak kimseyi Ülkücü yapmaz.
Ülkücülüğün ilk harfini bile bilmeyen, ömründe hiç ocak ve teşkilat görmemiş, kırk kapı dolaşmış. her kapıda da Ülkücü Harekete karşı çalışmış biri hasbelkader bir gün MHP'de görev almış sonra çıkar hesapları gereği ayrılıp başka kapılara yönelmiş. Siz de onun peşine takılıp ömrünü davasına adamış, Ülkücülüğü kendisine hayat tarzı olarak seçmiş yiğit insanlara her türlü hakaret ve iftiralarda bulunacaksınız! Sonrada kendinizi Ülkücü hatta Ülkücülüğün onay makamı göreceksiniz.
Hemen Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı sayın Devlet Bahçeli’nin sözlerini hatırlatalım:
"-Bakarsanız büyük bir dava adamı pozu verirler. Gerçekte koca bir hiçtirler. İşlettikleri dedikodu şantiyesi, kaynattıkları fitne kazanıdır.’’
Evet, içinde zerre kadar Ülkücülük hukuku gereği tuz ekmek hakkı olduğunu düşünen rahmeti Rahmana kavuşmuş Ülkücülerle ve Ülkücü olmaya gayret edenlerle helalleşme duygusu taşıyan dava arkadaşlarımızın bu fitne kazanının altına odun taşımaması lazımdır.
Herkes bilir ki, Ülkücü Ülkücüye kırılmaz, darılmaz, küsmez, küsemez.
Biz biliyoruz ve inanıyoruz ki, Ülkücüler şu anda inşallah Cenneti Alada. Onlar Ülkücülüğü yaşamaya çalışan ve Ülkücü olarak ömürlerini tamamlayacak olan Ülkücüleri beklemektedir.
Eğer samimi isek inanarak davamızı yaşamaya gayret edelim. Samimi değil isek zaten Ülkücülükle bir ilgimiz, Ülkücülerle bir bağımız yok demektir.
Herkes bildiğine inanır, bildiği kadar inanır ve bildiğini yaşar.
Yazımızı rahmetli Başbuğum Alparslan Türkeş'in şu sözleri ile bitiriyorum:
"Türklük gurur ve şuuru, İslâm ahlâk ve faziletine; oy toplama endişesi ve siyaset riyakârlığının üstünde kalarak samimiyetle bağlıyız. Türklük gurur ve şuuru ile İslâm ahlâk ve fazileti, milletimizi meydana getiren mânevî unsurların tam ve ahenk içinde birleşmesidir."
Ben bu sözü, İslamın Türkçe yaşanması olarak alıyorum.
Rahmetle, minnetle, özlemle anıyorum; Cennetmekan Başbuğumuzu.